Andre Gide'nin Pastoral Senfoni'sinden sonra okuduğum ikinci kitabıda yine aşk ve din konulu olmasından dolayı daha da okur muyum bilemiyorum.
Gide eseri yazarken Kierkegaard'dan etkinlenmişmidir bilinmez ancak Teist düşünür Kierkegaard, varolan her yapıda, Tanrı’nın izlerini görür. Aşkın bir varlık olan Tanrı, kendisine değen her şeyi kendisi gibi yüceltir. Kendi ontolojik düzeyine doğru olan bu yükseliş, iman eden insanı sonsuzluğa götürür. Kierkegaard’ın anlayışında iman, insanın varoluşsal yapısına değer katıp; onu, inanmayana kıyasla daha değerli kılar. İman eden insan, Tanrı’ya yönelttiği imanı sayesinde uçsuz bucaksız evrende yalnızlık ve terkedilmişlik duygularından kurtulur.
Tanrı karşısında tek başına olan birey, mutlak bir yalnızlık içindedir. Bu yalnızlık, herkesin kendisinin baş edebileceği bir durumdur. Yalnızlık yükünü benim yerime bir başkası üstlenemez. Acizliğinin farkında olan insan, Tanrı’nın kudreti karşısında büyük bir korkuya kapılır. Bu kudret, inananı hem korkutur hem de ona güven verir.
İşte kitaptaki Alissa'da tam olarak bu şekilde düşünen bir kızımızdır. Gelelim işin aşk kısmına yani Jarome. Jarome divane bir aşık ancak onun aşkı algılayış biçimi ve Alissa'nınki bir türlü uyuşamıyor. Ta kii kız ölüp günlükler çıkana kadar. Tasavvufta da bir çok kez tartışılan bu konuyu şu üç alıntıyla bitirelim.
AŞK'a uçarsan kanatların yanar. Sadi Şirazi
AŞK'a uçmazsan kanat neye yarar. Mevlana
AŞK'a varınca kanadı kim arar. Yunus Emre